6 Ocak 2018 Cumartesi

BALFOUR DEKLARASYONU’NDAN TRUMP DEKLARASYONU’NA-YILMAZ PARLAR


Prof. Dr. Uğur Özgöker'in Makalesi; 

BALFOUR DEKLARASYONU’NDAN TRUMP DEKLARASYONU’NA

ABD’ NİN KUDÜS’Ü İSRAİL’ İN BAŞKENTİ OLARAK TANIMASINDAN SONRA ORTA-DOĞU’DA İYİCE YALNIZLAŞAN SUUDİ ARABİSTAN İRAN’LA YAPAY BİR MEZHEP SAVAŞI ÇIKARTARAK VARLIĞINI SÜRDÜRMEK STRATEJİSİ İZLEYEBİLİR

Suudi Arabistan’ın nereye gittiğini ( Quo Vadis ) analiz etmeden önce nereden geldiğini yani kısaca Suudi Arabistan’ın kuruluşu ve kısa tarihinden bahsetmekte yarar görülmektedir. Osmanlı’nın İslam’ın en kutsal merkezi Mekke’yi “emanet” ettiği Mekke Emiri Şerif Hüseyin; hem kendi siyasi lideri yani Sultanı hem de bütün İslam âleminin Halifesi olarak kendi dini lideri olan Osmanlı padişahını İngiliz altını karşılığı kalleşçe arkadan vurarak ikiyüzlülüğünü göstermiştir. Bu ihanetin sonucu Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’ndan sonra İslam’ın Mekke ve Medine gibi kutsal yerlerini ve özellikle Kudüs’ü kaybetmiştir.

1917 Kasımında Osmanlı ordusu cephede İngilizlere karşı savaşırken, arkadan kalleş Şerif Hüseyin’in kuvvetlerince vurulması neticesinde geri çekilmek zorunda kalmış ve Kudüs’e giren gâvur İngiliz Komutan General Sir Edmund Allenby şimdi İsrail zulmü altında inleyen Araplarca alkışlarla karşılanmıştır.

Daha da hazin hatta rezil olanı ise Osmanlı ile birlikte İngiliz, İtalyan ve Fransızlara karşı müttefik olarak birlikte savaştığımız Almanya’nın başkenti Berlin ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun merkezi Viyana’da da Filistin cephesindeki yenilgimiz kutlanmış ve Kudüs’ün düşmanların eline geçmesi müttefiklerimiz tarafından dahi sevinçle karşılanmıştır. Bunun nedeni ise Batı’nın İslam dünyasından ve dolayısıyla Osmanlı’dan intikamını almış olmasıdır.



Savaştan sonra, San Remo Konferansı ile kalleş Şerif Hüseyin’e ihanetinin ikramiyesi olarak İngiltere’ye tabi Arabistan Krallığı, küçük oğlu Faysal’a Osmanlı’nın Halep, Humus ve Şam vilayetlerinin birleştirilmesi ile Fransa’ya bağlı Suriye Krallığı’nın sözü verilmiş olmasına rağmen, daha sonra Fransa’nın itirazı ile Faysal’a, Osmanlı’nın Musul, (önceleri Fransa’ya bağlı olacaktı, sonradan İngiliz mandasına bırakılmıştır.) Bağdat ve Basra vilayetlerinin birleştirilmesi sonucu İngiltere himayesindeki Irak Krallığı verilmiştir. Ancak kurnaz İngiltere’nin bu toprakları, birkaç devlete vaat etmesi sonucu, Orta-Doğu’da bugüne kadar süren anlaşmazlıklar başlamıştır.

Temmuz 1915 – Mart 1916 tarihleri arasında, Mısır’daki İngiliz Yüksek Komiseri McMahon, Mekke Emiri Şerif Hüseyin’le yapmış olduğu anlaşma* ile ihanetinin ödülü olarak, Arabistan, Suriye ve Irak’ı alacaktı. Filistin’de ise bir Arap devleti kurulacaktı. Aynı İngiltere bir yıl sonra Fransa ile Sykes-Picot Anlaşması imzalayarak, Musul, Suriye ve Lübnan ile Hatay ve Mersin’i (“Levant” diye adlandırılan bölge) Fransızlara da vaat etmiş, aynı yıl İtalyanlara da gene Mersin, Antalya, İzmir ve Aydın’ı vaat etmiştir. 1917’de de gene Aydın ve İzmir’i de Yunanlılara peşkeş çekmiştir. Nihai olarak, 1917 Kasım ayında dönemin İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Balfour kendi adıyla Balfour Deklarasyonu olarak siyasi tarihe geçen ve Filistin’de bir Yahudi yurdu/vatanı kurulacağına ilişkin belgeyi imzalayarak İngiltere Yahudi Cemaatinin liderlerinden Lord Rotschild’ e göndermiştir.

Savaştan sonra kalleş Şerif Hüseyin’in küçük oğlu Şam’a gelerek Suriye’de krallığını ilan etmiştir. Ancak Fransızlar bu toprakların kendilerine vaat edildiğini söyleyerek Faysal’ı Suriye’den kovmuşlardır. İngilizler de aynı yerleri birden çok devlete peşkeş çektikleri ortaya çıkınca, Arabistan’ı bölerek, tarihte olmayan Ürdün (Jordan) adında suni bir devletçik daha yaratmak zorunda kalmıştır. Böylece İngilizler, Şerif Hüseyin’ in büyük oğlu olan ve Osmanlı Mebusan Meclisi’nde 1909-1914 arasında Mekke Mebusu olarak görev yapan Abdullah’ı bu suni devletin sözde kralı ilan etmiş, küçük kardeşi Fransızlar tarafından Suriye’ den kovulan Faysal’ı ise sözde Irak Kralı olarak yönetim tamamen İngilizlerin elinde olacak şekilde Bağdat’ta tahta çıkarmışlardır.

Yalnız İngiltere, Suriye’de istediğini verdiği bahanesiyle Fransa’ya baskı yapıp, tabiri caizse kazık atarak, petrol zengini Musul bölgesini Fransızlardan almıştır. Aynı şekilde Kral Faysal ve babası sözde Kral kalleş Şerif Hüseyin’e de kazık atarak, Basra’yı kendi mandası altındaki Irak’a bırakmayarak, deniz aşırı koloni statüsünde (sömürge) doğrudan kendi yönetimine sokmuş ve 1967’de Kuveyt adı altında yeni bir suni devletçik yaratana kadar petrollerini sömürmeye devam etmiştir.

15 Mayıs 1919’da da Yunanlılar İngilizlerin desteği ile İngilizlerce 1916’da İtalyanlara vaat edilen İzmir’i işgal etmişlerdir. Fransızlar ve İtalyanlar, müttefikleri İngilizlerin yalan söyleyerek kendilerini kandırmalarına çok bozulmuşlardır. Mustafa Kemal Paşa liderliğinde Anadolu’da Kuvay-ı Milliye kurularak milli mücadele başlayınca ve Ankara’da 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi Hükümeti kurulunca, yerel halkın kahramanca direnişini kıramayan Fransa, 1921’de Ankara hükümeti ile Ankara Anlaşması’nı imzalayarak Gaziantep, Şanlıurfa ve Kahramanmaraş’tan çekilmek zorunda kalmıştır. Aynı yıl İtalyanlar da Antalya ve çevresini boşaltarak geri çekilmişlerdir. Böylece Fransa ve İtalya İngiltere’ye kırgınlık ve kızgınlıklarını çok bariz bir şekilde ifade etmişlerdir.

Yine aynı sene, yani 1921’de, bizim için çok daha hayırlı bir gelişme olmuştur. Necd Emiri Abdülaziz İbni Suud emrindeki kuvvetlerle çöllerdeki vahalardan çıkarak, Mekke’ye girmiş ve hain Şerif Hüseyin’i kovarak, nihayet 1926’da kendi adından mülhem “Suudi Arabistan” adını verdiği krallığını ilan etmiştir.

İngilizler parayla satın aldıkları adamları hain Şerif Hüseyin’i, o tarihlerde sömürgeleri olan ve bu satırların yazarının ana vatanı olan Kıbrıs’a kaçırmışlardır. 9 yıl Kıbrıs’ta İngilizlerin korumasında sürgünde kalan kalleş Şerif Hüseyin, hayatının son yılını büyük oğlunun İngiltere hâkimiyeti altında sözde kral olduğu yapay devlet Ürdün’de geçirmiştir. Babası da bir hain olduğu için zorunlu iskâna tabi tutulduğu İstanbul’da sürgünde bulunduğu esnada 1854 yılında doğan Şerif Hüseyin, 1931’de Amman’da gene sürgünde ölmüştür.

Dört Arap-İsrail Savaşı**, Orta-Doğu’ da petrolün bulunması ve Amerikalılar ve İngilizlerce işletilmeye başlaması, 1973 uluslararası petrol ambargosu ve 1. petrol krizi, Mısır ( Kral Faruk ), Libya ( Kral İdris ), Irak  ( Kral Faysal ) gibi bazı Arap ülkelerinde darbeler olup, kralların devrilip yerlerine laik, sosyalist, Arap milliyetçisi Baas rejimlerinin kurulması, Tunus ve Cezayir’in Fransa’ dan bağımsızlıklarını kazanması, Süveyş Kanalının Cemal Abdül Nasır tarafından devletleştirilmesi  gibi Orta-Doğu’da 2. Dünya Savaşı sonrası gerçekleşen önemli olayları, daha sonra incelenmek üzere bir kenara bırakıp günümüze gelirsek, Orta-Doğu’daki bugün yaşanan olayların, dünya politikasını nasıl etkileyebileceğini analiz ederek, 3. Dünya Savaşı’na bile neden olabileceği sonucuna varabiliriz. 1957’de Eisonhower Deklarasyonu ya da Doktrini ile Pax-Britannica yani 300 yıl boyunca üzerinde güneş batmayan imparatorluk olarak İngiltere’ nin “Dünya  Hakimiyeti”, Pax – Americana yani alaycı ve küçümseyici tavırla Orta-Doğu’ da Amerikan İmparatorluğu’ na kerhen de olsa gönüllü olarak devrettiği belgedir. Uluslararası İlişkiler tarihinde de 1945’ den beri fiilen ( de facto ) dünya çapındaki ABD hegemonyası, EISENHOWER DOKTİRİNİ ile hukuki (de jure) kimlik kazanmış ve günümüzde de maalesef devam eden ABD’ nin “Orta-Doğu” ve “Dünya Hakimiyeti” başlamıştır.

2003’deki Irak’ın ABD tarafından işgali, Arap Baharı ve ayaklanmaları, Irak ve Suriye iç savaşıyla bölgede sarsılan statükonun yerine ne konacağı bilinmemektedir. Çünkü iş “Orta-Doğu’nun Yeniden Dizaynı” ya da Orta-Doğu haritasının Sykes-Picot’tan 100 sene sonra yeniden çizilip, yeni “yapay devletçiklerin” kurulması gibi eksantrik yaklaşım ve kolay analizlerle çözülecek kadar basit değildir. Çünkü bölgede kimin neyi, nasıl yapmaya çalıştığı henüz bilinmemektedir. Hiç bir siyasi lider ve devlet kendi önünü görememekte ve bir sonraki adımını kestirememektedir. Asıl bölgenin siyaseti de bölgedeki Arap olmayan dışarıdan aktörler ABD, AB, Rusya Federasyonu, İran ve en son vagona dâhil olan Çin tarafından belirlenmeye çalışılmaktadır.

Bu bölge dışı güçlerin bölgeyle ilgili menfaatleri de birbirleriyle çatıştığı için bölge sürekli kazan gibi kaynamakta, her gün binlerce kişi ölmekte, milyonlarca kişi mülteci olarak bölgeden kaçmak zorunda kalmaktadır. Orta-Doğu’daki bazı siyasi liderler de ne yapacaklarını bilmediklerinden, kendilerini esen rüzgârların esintisine bırakarak, gelişmelere göre pozisyon almaya çalışmaktadırlar. Denilebilir ki klasik emperyalizm ve anti-emperyalizm yaklaşımı, Orta-Doğu’ da her kapıyı açan bir anahtar olmaktan çıkmıştır.

Suudi Arabistan ise Suudi hanedanın bir yanı Müslüman Kardeşlere, diğer yanı Vahhabizme hatta El Kaide’ye kadar uzanan sıkışmışlığın ikilemi yaşanmaktadır. Bugün ise Arap Baharı ve ayaklanmalarının bir sonucu olarak, Suudi Arabistan, Trump’ ın ziyareti sonrasında, tam Amerikancı bir tavır sergileme yolunda hızla ilerlemektedir. Çünkü Suudi hanedanın iktidarda kalması, ABD’nin elindedir. Bundan dolayı, Veliaht Prens Salman, kral olmadan önce, ABD karşıtı tüm düşünceleri bertaraf etmek için, yolsuzluk soruşturmaları adı altında pek çok prensi ve bakanı gözaltına aldırmış ve milyarlarca dolara el koymuştur.

Ekonomik olarak petrol fiyatlarının düşmesi, yolsuzluklar, petrolün önemini kaybetmese bile uzun vadede eski kazancı sağlamayacağının anlaşılması, sadece petrolle sürdürülebilir bir ekonomik modelin mümkün olmaması gibi faktörlerin de tabii ki bütün ekonomisi petro-dolara bağlı başta Suudi Arabistan olmak üzere, bütün Körfez ve Orta-Doğu ülkeleri üzerinde olumsuz etkileri olmuştur.

Ayrıca, işin ekonomik boyutu dışında stratejik boyutunu da incelediğimizde; Suudi Arabistan bölgede fevkalade başarısız olmuştur. Çünkü hem ezeli hem de ebedi düşmanı olan İran’ın, Yemen’le birlikte Suudi Arabistan’ın yanı başına kadar sokulmasını engelleyememiştir. Ayrıca, Suudilerin tüm çaba ve harcamalarına ve de radikal cihatçı grupları desteklemelerine rağmen Suriye’de kaybetmesi, Lübnan’da istediği sonucu alamaması, “küçük” bir ülke olan Katar’ı yola getirememesi, Suudi Arabistan’ın başarısız olduğunu ortaya koymaktadır. Suudi Arabistan bu başarısızlığını, tam ve eksiksiz bir biçimde ABD-İsrail’e destek vererek ve Kudüs’ün İsrail’in başkenti olmasını onaylayarak kapatmaya ve İran’dan da bu şekilde intikam almaya çalışmaktadır.

Yani Suudi Arabistan bölgesel bir mücadele vermektedir ama bu Orta-Doğu’daki bölgesel mücadele sadece mezhep çatışmalarıyla açıklanacak türden bir mücadele değildir. İran denklemin bir tarafındadır ama diğer tarafındakiler kimdir? Katar mı? İsrail mi? Şunu hemen belirtmek gerekir ki Orta-Doğu’daki bölgesel ihtilaf ve çatışmaların temelinde klasik Şii-Sünni ayrımı yattığını söz etmek kolaya kaçmaktır.

Tabii ki Suudi Arabistan Krallığı’nın kendini yenileme çabası işin başında gelmektedir. Ancak içinde kadınlara en fazla otomobil sürecek kadar esneklik tanıyan bir anlayışın “Ilımlı İslam” adı altında pazarlanması aslında sistemin içinden çıkamayabileceği bir noktaya doğru gidişinin de işaretidir. Suud Sarayı siyaseten tıkanmaların yaratacağı sorunları da görmektedir. Zaten iflas etmiş bir proje olan “Ilımlı İslam” ın Suudi Arabistan’da herhangi bir rol oynaması oldukça zordur. Suudi’ler Arap ayaklanmalarının etkisinin kendilerine uzanmaması için Mısır darbesini desteklemişlerdir.

Genel olarak “ayaklanmaların” kendi sınırlarına ulaşmasını önlemek isterken, Suriye’deki ayaklanmada başrolü oynamıştır. Ayaklanmayı her anlamda cihatçı boyuta taşıyarak, radikallerin topraklarından uzak durması için her türlü olanağı sağlamıştır. Ancak, IŞİD ve El Kaide Suriye’den hala bölgeye dağılmaktadır. Suudiler; Esad, İran merkezli Şia Bloku karşısında, Suriye Sünni muhalefetini de yönetip yönlendirmiştir. Ama bu strateji de başarılı olmamıştır. Suudi Arabistan’ın şimdi o muhalif liderlerden bazılarını da gözaltına aldığı söylenmektedir. Arap ayaklanmaları doğrudan Müslüman Kardeşler etiketli olmasa da, sonrasında Müslüman Kardeşlerin hâkimiyeti ile sonuçlanınca, Suudi Arabistan, bu örgütle daha yakın bağlar kuran Katar gibi ülkeleri karadan, denizden ve havadan ambargo ve ablukalar uygulatarak, Orta-Doğu’da yalnızlaştırmaya ve tamamen etkisizleştirmeye çalışmıştır.

Katar’a karşı Suudi-Mısır ittifakı, Hamas’ ın bile desteksiz kalıp, Filistin yönetimi ile masaya oturup, Mısır’a yanaşmasıyla sonuçlanmıştır. Filistin yönetimi Gazze’ yi Hamas’ tan devralmıştır. Hatta Suudilerin daha ileri giderek, Mahmud Abbas’ın Filistin yönetimini de Amerikan planına uymaya zorladığı haberleri medyada geniş yer almıştır. Abbas’a muhtemelen “Amerika ne önerirse kabul et ya da başkanlığı bırak” denilmiştir. 

Plan “işgal altındaki tüm yerlerle ilgili olarak İsrail’in taleplerinin kabul edilmesi” ile ilişkili görünmektedir. Abbas’ın yerine ise muhtemelen Filistin siyasilerinin en kirli isimlerden biri olan Muhammed Dahlan düşünülmektedir. Bu durum başından beri İsrail’in de istediği bir görünümdür. Zaten Gazze meselesini, Mısır olmadan çözmek de mümkün değildir. Bir ara Mısır’ı devreden çıkarıp bu işi çözeceğini düşünenler de olmuştur. Ama bölgedeki gelişmeleri ve bölge tarihini iyi okuyamayanlar ve her şeyi hemen değiştirebileceklerini düşünenler büyük yanılgıya düşmüşlerdir.

Bölgede olan bitenin İsrail’in işine geldiği ortadadır. Ama Orta-Doğu’daki bütün bu karışıklıkların tek mimarının da İsrail olduğu söylenemez. İsrail, Arap ayaklanmalarından bu yana bölgede, eski rakipleri ve düşmanlarının birbirini yemesini keyifle izlerken, bu süreçten en kârlı çıkan, bu arada Filistin’deki işgalini daha rahat derinleştiren ülke olmuştur. Aynı zamanda Arap ülkelerinin başarısızlığını ve bölge ülkelerinin mezhepçilik çekişmesini büyük bir zevkle seyretmektedir.

ABD-İsrail ittifakından oluşan üst akıl, Yemen topraklarından başkent Riyad’ a balistik füze attırılması ile kendini göstermiştir. Amaç aslında tamamen Suudi Arabistan’ın petro-dolar birikimine el koymak ve ABD yapımı Patriot füzeleri ile diğer ABD-İsrail yapımı sofistike silahların Suudi Arabistan’a 350 milyar dolar gibi muazzam bir fiyatla satılmasını kapsıyordu.

ABD ekonomisinin her gün biraz daha kötüye gidiyor olması, karşılıksız basılan ABD dolarlarının da kurtarıcılığını ve inandırıcılığını yitirmiş olmasının getirdiği olağanüstü sorunları yeni seçilmiş olan ABD Başkanı Trump birdenbire kucağında bulmuştur. Başkan Trump, hemen ABD ekonomisinin kurtuluş çarelerinden bir tanesi olarak başarılı ve milyarder bir işadamı olarak kendisinin de ticari hayatından çok iyi bildiği ihracata öncelik vermiştir. Strateji ve taktik, asırlar önce belirlenmiş ve başarı ile de uygulanmaktaydı. Aynen Rothschild Ailesi’nin son dört yüz yıldır yaptığı gibi, silah satmak istediğin ülkeleri kapıştır sonra da her iki tarafa da silah sat, paraları da cebe indir örneğinde olduğu gibi.

Senaryoyu sahneye koymak için düğmeye basıldığında; Yemen’den fırlatılan balistik füzeyi, ABD’nin en gelişmiş Patriot füzeleri sınırı geçer geçmez yakalayamamıştır. Füze ancak Suudi Arabistan’ın Riyad Kral Halid Havaalanı üzerindeyken, yani şehre ulaşmışken vurulabilmiştir. Bu olayın tetiklemesiyle Suudi Arabistan’da yolsuzluk ve ihanet suçlamasıyla tutuklamalar başlamıştır. Tutuklanan kişiler arasında 11 Suudi Prens ve 38 eski Suudi Bakan da bulunmaktadır.

Sonuç olarak; dünya üzerinde en çok kullanılan enerji kaynakları olan petrol ve doğalgaz rezervlerinin %75’ine sahip Orta-Doğu bölgesinin en büyük, en güçlü ve en zengin devleti Suudi Arabistan’ın da Arap Baharı ve Büyük Orta-Doğu Projesi kapsamında mutlakiyetçi rejiminin yıkılacağını, önce meşruti monarşiye yani Müslüman Arap ülkeleri için “Ilımlı İslam” a geçileceğini, sonra ABD’nin 2000’li yılların başında deklare ettiği ama henüz tamamlayamadığı BOP, yani Büyük Orta-Doğu Projesi kapsamında Mekke ve Medine’yi kapsayan Vatikan benzeri bir kutsal topraklar devleti kurulup, Suudi Arabistan’dan ayrılıp fundamentalist yani köktendinci kutsal Müslüman devleti kurulacağını ve Suudi Arabistan’ın daha demokratik yapıda bir devlete dönüşebileceğini öngörebiliriz.

Daha kötümser bir ihtimal de nasıl I. ve II. Dünya Savaşı kömür ve demir madenlerinin kaynaklarına sahip olmak için Avrupa’dan çıktıysa, Üçüncü Dünya Savaşı da petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olmak için Orta-Doğu’dan çıkabileceği kuvvetli ihtimalidir. Bölgede önemli güç olan kadim devlet İran ise arkasından Rusya ve nispeten Çin’den güç alarak ayakta durmaya çalışmaktadır.

İran’da birden bire patlak veren ekonomik kriz gösterileri, İran hükümeti aleyhine dönüşmüştür. Tabi bunu fırsat bilen ABD, hemen bir açıklama yaparak, İran halkının demokratik meşru haklarını desteklediğini söylemiştir. Şüphesiz Suudi Arabistan da ezeli düşmanı İran’daki bu olayları el altından İsrail ile birlikte destekleyecektir.  

Trump’ın 18 Aralık’da deklare ettiği ve “Trump Doktrini” olarak da tanımlanan “Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi Belgesi”, aslında ABD’nin “Yine Dünyanın Merkezi Benim” algısından başka bir şey değildir. Orta-Doğu’ya yıllardır barış gelmeyince kaosu devreye sokmaya çalışan ABD, bütün bölgeyi dizayn edecek, tsunami etkisinde bir planı, İsrail, Suudi Arabistan, Mısır üzerinden tekrar deneyecektir. Üstelik, Birleşmiş Milletler’ in Kudüs kararının hıncının ve öfkesinin rüzgarını arkasına alarak bunu yapacaktır.  

Önümüzdeki günler Orta-Doğu’ da çok önemli olaylara gebedir. Yakın gelecekte başta Suudi Arabistan olmak üzere bütün Orta-Doğu ülkelerinde köklü değişiklikler yaşanabileceği ve bu köklü değişiklik ve dönüşümlerin de gerekli önlemleri bugünden almazsak ülkemizi de çok olumsuz bir şekilde etkileyebileceği değerlendirilmektedir. ABD Merkezi Haber Alma Teşkilatı (CIA) tarafından planlanan ve bu teşkilat tarafından “Yeşil Kuşak” Projesi kapsamında kurulan ve halen CIA’ nin emir ve komutası altındaki hain ve kalleş FETÖ terör örgütü tarafından uygulanmaya çalışılan 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü çok şükür ki başarısız olmuştur.

Ancak, diğer Orta-Doğu devletlerinin geçmişte başına gelmiş olduğu gibi ve geri kalanının da yakın zamanda başına geleceği gibi ülkemizi de Sevr Anlaşmasındakine benzer bir şekilde bölüp-parçalayarak Anadolu topraklarından birden çok yapay devletçik çıkartmak amacıyla yeni yıkıcı faaliyetler ve darbe teşebbüsleriyle uluslararası komploların devam edebileceğini de kesinlikle aklımızdan çıkartmamamız ve gerekli önlemleri almamız lazımdır.

Yukarıda saydığımız bütün olumsuz olaylara rağmen 2018 yılının gene de BARIŞ ve REFAH Yılı olmasını temenni ediyorum.



* Siyasi tarihte Hüseyin - Mc Mahon Correspondance diye geçer.

** 4 Arap İsrail Savaşı; İlk Savaş 1948, İkinci Savaş 1955/56, Üçüncü Savaş 1967 Altı Gün Savaşları, dördüncü savaş 1973 Ekim veya Yom Kippur Savaşı


Prof. Dr. Uğur ÖZGÖKER 

İSTANBUL AREL ÜNİVERSİTESİ İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı

İSTANBUL AREL ÜNİVERSİTESİ ARELUSAM Uluslararası Stratejik Araştırmalar Merkezi Müdür Yrd.

TÜRDER - TÜKETİCİNİN VE REKABETİN KORUNMASI DERNEĞİ Genel Başkanı

TÖF - TÜKETİCİ ÖRGÜTLERİ FEDERASYONU Yönetim Kurulu Üyesi

KIBRIS KÜLTÜR VE EĞİTİM DERNEĞİ Genel Başkanı

TÜRK- KUZEY KIBRIS TÜRK TİCARET ODASI Yönetim Kurulu Başkanı

DENİZ KÜLTÜRÜ DERNEĞİ Genel Sekreteri

BÜYÜKÇEKMECE ÇEVRE - KÜLTÜR VE TURİZM DERNEĞİ Kurucusu ve Yönetim Kurulu Üyesi

BÜYÜKÇEKMECE ROTARY KULÜBÜ  Uluslararası İlişkiler Komitesi Başkanı

DMW - ULUSLARARASI DİPLOMATLAR BİRLİĞİ Yönetim Kurulu Üyesi

TAV - TÜRKİYE - AVRUPA VAKFI Yönetim Kurulu Üyesi

İSTANBUL ÇEVRE KONSEYİ FEDERASYONU Yönetim Kurulu Üyesi

FENERBAHÇE SPOR KULÜBÜ 3. Bölge Temsilciliği Kurucusu ve Yönetim Kurulu Üyesi.

FENERBAHÇE DÜŞÜNCE KURULU Başkanı

JİU-JİTSU FEDERASYONU Yönetim Kurulu Üyesi.

REVAK -  REKABET KURUMU VAKFI Kurucusu ve Başkan Vekili

MGV - MARMARA GRUBU STRATEJİK VE SOSYAL ARAŞTIRMALAR VAKFI Mütevelli Heyet ve Akademik Konsey Üyesi

MGV - AVRASYA EKONOMİ ZİRVESİ Daimi Raportörü

EGD - Ekonomi Gazetecileri Derneği Kıbrıs Temsilcisi

GÜÇSİAD - GÜÇLÜ SANAYİCİ ve İŞADAMLARI DERNEĞİ Kıbrıs Şube Başkanı

KIBRIS AMERİKAN ÜNİVERSİTESİ Mütevelli Heyet Üyesi


yilmazparlar@yahoo.com